"düşün, düşün ki düşün gelişsin"
"Yaşamaya zaman ayırın,
zira zaman bunun için yaratılmıştır…
Düşünmeye zaman ayırın, başarının bedeli budur…
Sevmeye zaman ayırın, güçlü olmanın kaynağı budur…
Etrafınıza bakmaya zaman ayırın,
günler bencilliğinize yetmeyecek kadar kısadır…
Terbiyeli olmaya zaman ayırın,
insan olabilmenin sembolü budur"…

Goethe
Share
Yıllardır kendimi, güyâ tanırdım;
Sanık ben, yargıç ben, hep aklanırdım.
Şeytanı, en büyük düşman sanırdım;
Ondan da beteri.. Nefsimmiş meğer…

CENGİZ NUMANOĞLU
Share
Share
Bize bir nazar oldu, cumamız pazar oldu
Bize ne oldu ise, hep azar azar oldu!

Arif Nihat Asya
Share
Yeryüzünde atık değil "katık" ol!

"abherî"
Share
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat boş geçti
Geri kalan korkulu
Her adımım dolu olsa
İşe yaramaz katında
Biliyorum
Bağışlanmamı diliyorum

A. Cahit Zarifoğlu
Share
Gül, sırrını açtığı için solgun bir yüzle döner baharından. Ayrılık acısıyla demlenmiş bir yudum içmeyi dileyerek ağız açan da gül gibi sırrını ifşa eder.
Gül, güzelliğini açığa çıkarmak için açılıyorsa; insan, yükünü taşıtmak için paylaşır esrarını. Gülün, her ne kadar güzel hatıraları da olsa başladığı noktada biter yolculuğu.
İnsan ise hafiflemek için bıraktığı yükün altında daha çok ezilmeye başlayacaktır. Sırrın kaderi budur. Kimsenin bilmediğidir sır. Durdukça yakar.
Bundan dolayıdır ki gül, yapraklarının yandığını ve bu yanık kokusunun tüm bedenini sardığını görünce sarhoş olur. Sırrın sırrıyla hemhal olur. Kendinden geçer ki bir sabah elinde olmadan bir bülbül görsün diye halini, açıverir masumca dudağını. Kızaran yaprakların ucunu gösterir bir diğer gün. Sonra o sırrın sırrıyla yanışın kokusu yayılır etrafa. Her akşam farkına varsa da kendini daha çok ifşa ettiğinin dönüşü olmadığını bilir. Geri adım atamaz.
Gecenin bu pişmanlığı da bir sırdır çünkü ve bu sırrın sarhoşluğu ile sabahın ışıkları ona daha da çok açtırır güzelliğini. Bir bakmışsın ki açılmadık, görülmedik yaprak kalmamış. Elbette yerindedir bülbülün keyfi. Gül ise sırrını ortaya dökmenin derdiyledir. Ne bülbüle yâr olur ne de içine düştüğü durumdan kurtarabilir kendini. Sonrasında her yaprağın taşıdığı sır paylaşıldıkça ölmeye başlar. O ateş gibi yanış kaybolur. Kokunun nefesi kesilir birden.
Başını öne eğmekten başka çaresi yoktur gülün. Kendine küser. Kalbini kırar kendinin. Önceleri mağrur bir duruşla karşısına çıktığı rüzgârın bir selamıyla döker bütün yapraklarını. Hazin bir yok oluştur bu. Sırrını açığa çıkartan her gülün sonu bu ve de insanın.

MEHMET ŞÂMİL
Share
Bırak görgü tanığı olmayı, gönül tanığı olmaya ne dersin?

"abherî"
Share
Çıplak çıkarsa söz, Sadra inşirah gerek
Mevsimi sarmışsa güz, Vakte inşirah gerek
Tene saplanmışsa göz, Akla inşirah gerek
Küllenmişse kalbde köz, Ruha inşirah gerek...

Y. Özkan Özburun
Share
Ah, kalbimiz...
Ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.Ve ne kadar açık.
Kelimeler giydiremiyor onu...
Sahici olanlar müstesna. Dudakların giydiremediği bir endam kalp. Terzisinin işi ne de zor, modaya göre dikse kıyafetini, yakışmıyor kalbe...
Çiğ düşüyor... Dikkat etmese güne, çağa, o başka dert...
Tazeliğini kaybedince her şeyini kaybediyor kalp...
Birden iç karartıcı duygular görünüyor her eyleminde, hareketinde... Renkler önemli kalbi kuşandırırken... Sesler... Kumaşın kalitesi, dokuması, parlaklığı...Zor iş kalbe giysi dikmek...
Kalbi en güzel aşk giydirip kuşatıyor.
Hani şu bulunmaz Hint kumaşıyla...
Evleri dayayıp döşemek kolay... Koltukları, duvarları, pencereleri kaplamak... Bedenleri örtmek, bedenlere kıyafet bulmak kolay... Konfeksiyon giyinmeyi sevmiyor kalp. Kalbi giyindirmek zor.
Ah, kalbimiz...Ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.Ve ne kadar açık.
Kumaşlar önemli. Kalın, kaba kumaşlardan inciniyor kalbimiz. Hiç giyinmek istemiyor onları, ilk fırsatta çıkarıp atıyor üstünden. Özensiz, sert kılıklar dar geliyor ona.Tazeliğini kaybedince her şeyini kaybediyor kalp... Yaşamak değilse tazelik, tomurcuk ne? Neden ölürken bile yaşlanmıyor, kırışmıyor kalp? İtirafı zor ama, ölürken bile sanki hiç giyilmemiş bir elbise kadar temiz ve ütülü değil mi aslında? Hiç giyilmemiş gibi. Hiç çıkarılıp bir iskemlenin üzerine atılmamış, hiç soyunulmamış, hiç naftalin kokan bir dolapta yıllar yılı unutulmamış gibi, hiç lekelenmemiş gibi, düğmesi kopmamış, telası astarından ayrılmamış gibi...
Nasıl da nefes nefese... Aşık gibi...
Nefes almayı bile unutan bir aşık gibi... Oysa yaşamıştı hepsini.
Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak. Ve ne kadar açık.
Her şeyin sesi duyulur, yalnız kalbin sesi duyulmaz...
Hayır... Duyduğunuz o değil, o yüreğinizin sesi değil, o kalbinizin ayak sesi!
Kalbi en güzel aşk giydirip kuşatıyor.
Sonra uzaktaki sevgili. Sonra, göz yaşı. Sonra, kadınlar ve çocuklar. Sonra kitaplar. Sonra yoksullar. Sonra eski arkadaşlar. Sonra şarkılar. Sonra babanın emekliliği. Sonra... Sonra annen. Bir de uzakta bir köy mezarlığı. Durmadan yaklaşan, üstüne üstüne gelen.Kelimeler giydiremiyor onu. Hele kelimeler.
Akıldan çok kalbin işi kelimelerle... Akıl kırılmaz çünkü, incinmez...
Söz, dille yani dilin diğer anlamı gönülle bağlı kalbe, sözün asıl muhatabı kalp...
Kıyamıyor kelimelere kalp, giyinilecek bunca şey varken!
Çünkü, üstünde taşımıyor kalp kelimeleri, damarlarında taşıyor!
Ah kalbimiz, ne kadar ortada, ne kadar savunmasız, ne kadar çıplak.
Ne ne kadar affedici. Çünkü yere göğe sığamayan, gelip gönle yerleşiyor...
Affetmek, kalbin kanında var!

Cihat Zafer
Share
Bu dünya bir kuyu , havasız çömlek;
Daralıyorum !
Kelime manayı boğan bir gömlek !
Paralıyorum !
Allah ismi varken lûgat ne demek !
Karalıyorum !
Kapımı , buyursun diye o Melek;
Aralıyorum !

Necip Fazıl Kısakürek
Share
Share
“Ah, şu zamanı bir görebilsem!” diyenler olur mu ki?
İpinden kopmuş tesbih taneleri düşer gibi zamanın peşine...
Siz, tesbihinizi çekersiniz... Zamanın ipi gibi kopuverir birden!
Mevsimler, resimler, hayaller dağılıverir. Toplarsınız. Zaman ipine dizer gibi dizersiniz taneleri. Halıların üstünde gezinir gibi çocukluğunuzu, gençliğinizi arar gibi ararsınız tesbih tanelerini. Vitrinlerin önü/arkası… derken, bir yorgunluğun adı olur bakışlarınız. Annemin üzülen tesbihini saya saya dizdiğini, dize dize saydığını hatırladım. Bir tesbih, iki tesbih tanesi eksik mi çıkardı ne! Tatlı tatlı gülümserdi ve sonra yine önceden dağılmış tesbih tanelerinden eklerdi. Mavili, kırmızılı cicili bicili zamanın türlü çeşitli hallerini anlatır gibi bir tesbih olurdu elimde...
Şimdi saat kaç?
Bu soruyu bana sormayın; çünkü şimdi saat kendime çok var ! Çünkü şimdi saat, dünü (az öncemi) çoktan geçmiş! Çünkü şimdi saatlerimin hepsi (belki) çoktan durmuş (da) kurulmayı bekliyor!

Ali Hakkoymaz
Share
Share

Âh

Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh
Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh

-Şeyh Galib-

Share
Sevgi açlığının yolaçtığı yüreklerin gurultularını üryan sözcükler bastıramaz...
"abherî"
Share
Share
Kişi kendi karar verebilir mi hangi yoldan ve nasıl gideceğine?
Bu hamur çok su götürür, o nedenle Yunus'un bir beytini hatırlatmayı makama daha münasib görüyorum:
"Çıktım erik dalına anda yedim üzümü

Bostan ıssı kakıyub dir ne yirsin kozumu?"
Yani, erik dalına çıkıp tam da üzüm yediğimi zannederken, bahçenin sahibi gelmiş beni cevizlerine dadanmakla suçluyor.
Bu beytin açıklamasını Niyazî Mısrî hazretlerinin kaleminden okuyanlar bilirler ki bir ustanın kılavuzluğundan istifadeyi bilmemek helâk olmak anlamına gelir. Öyle ya, henüz yolun başındayken hakikatin sana hangi surette tecelli edeceğini sen nereden bileceksin?

Bir de bakmışsın ki erik ağacında üzüm yediğini sanırken kırk yıl mideni cevizle doldurmuşsun.

Dücane Cündioğlu
Share
Hasırcızade'den bir gün yeni Müslüman olmuş yoksul bir gayrimüslim için yardım istemişler.
Mehmet Ağa da o zamanın en değerli parası olan iki tane
"El-Gâzi"
altını yardımda bulunmuş.
Fakat arkasından bir nükte savurmadan edememiş:
"Müslüman oldu bir Kâfir, şehid oldu iki Gâzi."
Share

Seversen Mevlâ’yı yollar bulunur
Şu küfre batmadan yol al be gönül
Zaten feryadım tâ ummâna dalmış
Bu fani âleme kendini salmış
Mevlâ’nın katına yol al be gönül

İncine incine ne hale geldim
Bir garip yolcuyum ummana daldım
Düşkünler meydanında hastalar buldum
Mevla’nın katına yol al be gönül

Dağladı yüreğimi bir derdin sesi
Âlem-i fanide kim kalacak baki
Huzuru mahşerde yüzümüz akı
Mevla’nın katına yol al be gönül


Ahmet Sarı
Share
Ben kitapları insanlara benzetiyorum. Bilgi ilgi hazineleri olan eserler, kağıtlara ve ciltlere sarılıp sarmalanmadan önce, yazarın kafasında ve gönlündeyken doğum sancıları çekmeye başlarlar.
Yeni doğan çocuğunu kucağına alan anne, nasıl sevinçten uçarsa, matbaadan ilk defa çıkan ve tazeliğin ilk buharıyla kasvet dağıtan nur topu gibi bir kitabı da yazarı, eline aldığı zaman aynı duyguyu yaşar,
bendine sığmayıp taşar.
Kitapların esrarengiz dünyasından uzak olanlar gerçi bu sözlere şaşar,
ama bilmek gerekir ki, bizim dünyamızda denizler böyle coşar.

Dursun Gürlek

Share
Bir adam konuşmalarinda diliyle hep cömertlikten söz ediyor, eliyle hiç cömertlik yapmiyordu. Bu cimri adam bir gün İbrahim Ethem Hazretlerine rica etti:
- Herkese nasihat ediyorsun, birkaç cümle ile bana da nasihat et.
- Tutar mısın? dedi; İbrahim Ethem Hazretleri.
- Elbette, dedi. Birkaç cümlelik nasihat tutulmaz mi?
İbrahim Ethem Hz.de tek cümlelik nasihatini şöyle yapti.
- Sen açığı kapa, kapalıyı da aç!..
Adam: “Açık nedir ki; kapayayım, kapalı nedir ki açayım?”
diye sorunca İbrahim Ethem Hz. şöyle açıkladı:
- Açık olan hep cömertlikten söz eden ağzındır. Onu kapa.
Kapalı olan da kimseye tek kuruş vermedigin kesendir, onu aç!..
Adam, önce önüne baktı, sonra tebessum ederek söylendi:
- VAllahi bir doğru; ancak bu kadar veciz söylenebilir!
Share
Surda bir gedik actik; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artik ne yandan esersen es!..

Necip Fazil KISAKUREK
Share
Aşk, evvela Allah'tan kuladır. Allah kulu sever, sonra kul Allah'ı.
Kulu yaratan ve ona aşk kabiliyetini veren Allah bununla kendisini tanımasını istemiş ve bu yüzden kainatı yaratmıştır.
Allah'ı tanımak ancak aşk ile mümkündür. Aşk bir meşaledir ve kul (âşık=seven) Allah'ı (maşuk=sevilen) ancak onun ışığıyla görür.
Ve gördüğü anda gerçek kulluk başlar. Kulluk mutlak itaattir. Eğer itaat Allah'a yapılıyorsa kul (abd) kelimesinin "hür insan, mal mülk sahibi olan kişi)" anlamı; yok eğer kuldan kula itaat ediliyorsa "köle, irade ve özgürlüğü başkasının elinde olan insan" anlamı ön plana çıkar.
Böylece Allah'a kul olmakla övünen nice sultanlardan, aşka kul olan sayısız padişahlardan yani şairin ifadesiyle "Aşk sultanının kölesi olan sultanlardan" söz edilebilir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde "abd (kul)" kelimesi "Allah'a iman eden, O'nun sevdiği kişi" anlamında kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında kulluk, aslında seven ile sevilen arasındaki bir tavrın adıdır.
Bir kul (âşık), kendisinden istenen hizmeti (ayrılık acısına tahammül) ve verilen emri (kendinden vazgeçme, sevgili için olma, sevgili için can verme, akıl kaydından geçme vb.) yerine getirdiği ölçüde kulluğa (âşıklığa) adım atmış olur. Bunun ötesi Sevgili'nin emrini yerine getirmekle kalmayıp onun rızasını kazanmak üzere gayretle çalışmak, çabalamak, saygı, sevgi, bağlılık vb. alanlarda mertebe kazanmaktır.
Nitekim sufiler "abd"in "âbid (ibadet eden)"; "ubûdiyet"in de "ibadet"ten üstün olduğunu söylerler. Hz. Peygamber de "abd" olmasını, "rasul" olmasından daha önemli bulmuştur. Zaten kelime-i şahadette de "abd" vasfı, "rasul" vasfından önde anılmıştır (abduhu ve rasuluh). Âbid hür, abd ise kuldur.
Hür olanlar bir karşılık için, kul ve köle olanlar ise sırf efendilerini memnun etmek için çalışırlar. Tasavvufta "âbid"in sevap kazanmak, ecir almak ve cennete gitmek için çalışmasından ziyade "abd"in yalnızca emri yerine getirmek ve itaat için çalışması önemli bulunur. Hani koca Yunus'un,
"Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni"
demesi gibi. Nimete sahip olmayı isteyenle nimeti vereni isteyen arasında elbette çoook dereceler farkı vardır. Bu durumda efendisinin mülkiyetinde bulunan kulun her şeyi efendisinin demektir. Nitekim kulluğun vasfı fakr u ihtiyaçtır. İşte tam bu noktada kul, Divan şiirindeki âşık kimliğiyle aynîleşir.
Orada da âşık sevgiliye kuldur ve her şeyiyle onun uğrunda, yolunda, peşinde, izinde, özündedir. Bütün ihtiyaçları ondandır ve ondan gayrıya ihtiyaç bildirmez. Aslında bu anlayış tasavvufun derinliğinden divan şiirine bir medeniyet birikimi olarak yansımış ve şairlerin dilinde peleseng olmuş metaforlardan biridir. Hakikatte sultan ile kul arasındaki ilişki, sevgili ile âşık arasında da vardır ve sevgiliye kul olmaya hazır binlerce âşık bulunabilir. Bunlardan her biri yekdiğerine göre rakip konumunda olup sevgiliye ulaşma yolunda mücadele edip dururlar.
Tıpkı sultana yakın olmak için kulların birbirleriyle mücadele ve rekabetleri gibi. Bu durumda hakiki Sevgili ve hakiki sultana ulaşmak da aynı vetireden geçmekle mümkündür. Yani Rab ile abd arasındaki ezelî yakınlık veya mesafe burada da aşılmak üzere kulu gayrete yönlendirir. Çünkü ubudiyet ile rububiyyet birbirinin karşıtı olarak ezelden bu yana geldiği gibi sonsuza kadar da devam edecektir. Yani insan ezelden beri kuldur ve ebede kadar da kul kalacaktır. İlla ki gayret ve çalışma ile kemale erebilir, irtifa kazanabilir. Bunun için aşk meş'alesinin ışık kaynağına yakın olması gerekir. Işıktan ne kadar uzaklaşırsa gölgesi (masiva) o kadar büyür; ışığa ne kadar yaklaşırsa gölgesi o kadar küçülür, hatta belli belirsiz bir hal alır. O halde hakiki âşık sevgiliye yaklaştıkça küçülen, kendinden geçen, mahviyet gösteren âşıktır. Tıpkı Allah'a yakın oldukça küçülen, tevazu ve hiçlik kazanan kul gibi. İşte bu küçülme ve kendinden vazgeçme halidir ki hem âşıkı, hem de kulu sonunda "fenâ (Sevgili'de yok olma)" makamına eriştirir, ikilik ortadan kalkar, vahdet gelir, âşık yok olarak hakiki var oluşa erer, orada hayat sürmeye başlar. Ezcümle insan abd (aşk) mertebesi için yaratılmıştır. Bu yolda âbid (âşık) olması için seçilmiştir. Hiç olmazsa müteabbid (âbidlere özenen) olması kendinden beklenir. Riyakar âbitlik ise en kötüsüdür. Galiba Hamdullah Hamdi bu yüzden,
"Ey kullarına lutf u kerem edici Kerîm / Göster bu abd-ı kemterîne râh-ı müstakîm (Ey kullarına bağışları bol olan Allah, bu kuluna da doğru yolu bağışla!)"
şeklinde yakarıyor. Aşkî ise
"Sultân-ı aşka kul olalı pâdişâlarız!"
dediğine göre, işi kavramış.
Ne diyelim; âzâd iken esir olun inşallah!..

İskender Pala
Share
Gönülden çün dile vardır yol ey can,
Mülayim söyle, şirin söz bul ey can,
Acı söz deme, hilm ile dal ey can,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Namazlarını vaktinde eda et,
Hem ehlin her sözün tut, devlete yet,
Ne yol kim gösterirse ol yola git,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Büyüğünle her işte meşveret kıl,
Ki aklına uyan pişman olur bil,
Sözün tut görme sen, bir işi müşkil,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Sakın namahreme, sen de ba'id ol,
Hemen ehlin safasiyle sa'id ol,
Muradın terk edip söz tut reşid ol,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Dilin hıfzeyle, gıybet etme ey yar,
Ve yıkma bir gönül bir sözle zinhar,
Sen etme sırr-ı nası nasa izhar,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Güzel sözlerle tatyib-i kulub et,
Sükut u samt ile setr-i uyub et,
Yeterse kudretin keşf-i kürüb et,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Kula hizmetdir Allah'a ibadet,
Kusurun afvıdır hakka riayet,
Huda'nın lütfudur sabr u kanaat,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

Sakın bir kimseyi incitme, sövme,
Ve sen bir kimseden incinme, dövme
Dahi sen kendini sohbetde övme,
Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can.

(İbrahim Hakkı Hazretleri'nin, kızı Hanife Hatun'a nasihat olarak yazdığı şiir)
Share
Padişah Abdülaziz, günün birinde Kazasker Mustafa İzzet'e çok kızdığı için onu meclisinden uzaklaştırır. Kazasker buna çok üzülür. Bir müddet sonra da Cuma günleri Ayasofya Camiinde hutbe okumaya başlar.
Bir Cuma günü Padişah Abdülaziz,
Cuma namazı kılmak için Ayasofya Camiine geldiğinde hutbe okuyanın kim olduğunu hemen tanır.
Sonra Kazaskeri yanına çağırıp, üzerindeki elbiseyi göstererek:
"İzzet, bu ne hâl?" diye sorar.
Kazasker Mustafa İzzet, bir derviş gibi eğilir ve şöyle der:
"Efendimin hiddeti, derviş etti İzzet'i."
Bu söz affedilmesini sağlar.
Share
Derdime vakıf değil cânân, beni handan bilir
Hakkı vardır şâd olanlar, herkesi şâdan bilir

-Fuzûlî-

Share
Share
Be adam! Nefreti bırak,
Sevmekte kullan kalbini!
Ruhun beka arıyor bak,
Sevmekte kullan kalbini!

Beden dilin zehir saçar,
Şeytan bile senden kaçar!
Olmadan belaya düçar,
Sevmekte kullan kalbini!

Nedir Hakk'a bu mesafen?
Giyeceksin yarın kefen!
Bir kerecik olsun,lütfen
Sevmekte kullan kalbini!

Aklın hep şerde,marazda;
Ne var kinde ve garazda?
Zahmet olacak,biraz da
Sevmekte kullan kalbini!

Aşık Hüdai
Share
İnsanlar “Hayy’dan gelen Hû’ya gider” tabirinin Allah’tan gelen Allah’a gider demek olduğunu ve bu tabirin kainatın deveranı, özdeki gerçeğin bağlanılmaya değer tek şey olduğu gibi düşünceleri akla getirmesi gereğini bilmez de,
bununla faydasız yerden gelen şeyin faydasız yerlere varacağını anlar.

İsmet Özel
Share
Fâtıma’ya kaçtım; çünkü onda, Tevhid’i ve Allah’a rızayı bulduğum için...
Fâtıma’ya kaçtım; çünkü onda aşk bilincini seyrettiğim için...
Fâtıma’ya kaçtım; çünkü o, karşılık beklemeden sevdi, cesurdu...
Fâtıma’ya kaçtım; çünkü o, çöle hayat veren bir nehirdi...

Hayırlı bir evlat, sabırlı bir yol arkadaşı, sadık bir sevgili, merhametli bir anne olmanın yanısıra, ahdinden vazgeçmeyen, cihadından usanmayan, aşkından pes etmeyen ve çölünden dönmeyerek Firdevs’ine ulaşan kâmil bir insan olarak, her birimize örnek bir deneyim, tecrübeler anıtıdır Hz. Fâtıma...

Fâtıma, yolculuk bilincidir. Rahmet Peygamberi’nin yirmisekiz yıllık en yakın ve kesintisiz tanığı olarak “Benden bir parçadır...” dediği Fâtıma’sını, uzun suskunluklardan sonra, yeniden okumak...

Seyyide’tun Nisa: Kadınların Efendisi...
Binti Resulullah: Resulullah’ın Kızı...
Binti Ebiha: Babasının Kızı...
Ümmü Ebiha: Babasının Annesi...

Sibel ERASLAN
Share
Gönül çalamazsan aşkın sazını
Ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını
Ne dikene dokun ne gülü incit

Bülbülü dinle ki gelesin coşa
Karganın namesi gider mi hoşa
Meyvesiz ağacı sallama boşa
Ne yaprağını dök ne dalı incit

Bekle dost kapısın sadık dost isen
Gönüller tamir et ehli dil isen
Sevda Sahrasında Mecnun değilsen
Ne Leyla'yı çağır ne çölü incit

Rızaya razı ol hakka kailsen
Ara bul mürşidi müşkülde isen
Hakikat şehrine yolcu değilsen
Ne yolcuyu eğle ne yolu incit

Gel haktan ayrılma hakkı seversen
Nefsini ıslah et er oğlu ersen
Hüdai incinir inciden versen
Ne kimseden incin ne eli incit

Aşık Hüdai (Sabri Orak)
Share
“Yazık erken çiçek açtı ağaçlar, aldanacaklar. Ayaz yiyecekler donup ölecekler zavallılar!” dedi birisi…
Aldanmışlar mı?
Oysa ben oldum olası nazenin gövdeleriyle zemheriye yol gösterip “Hadi artık senin devrin bitti, zaman bizim zamanımız” diyebilen yiğit çiçeklerin hayranı olmuşumdur.
İdealleri uğruna sırtlanıp davalarını, düşmüşlerse yollara… Göğüs gerip kara, borana durabilmişlerse dimdik ayakta… Ardı sıra geleceklere yol yordam göstermek umuduyla feda etmişlerse kendilerini… Ve bundan hiç yüksünmemiş, nefslerine pay çıkarmamışlarsa… Bunun adına yanış diyebiliriz belki ama aldanış asla!
Onlar yeşerip neşvü nema bulmasalardı, kara kışın terki diyar edeceğini, baharın kapı aralığından süzülmek için fırsat kolladığını nereden bilecektik? Nereden haber alacaktık önümüzde ki çiçek yüklü, umut yüklü gül mevsimini?
Serdengeçti görevini yüklenen bu çiçekler, ardı sıra gelecek akıncıların müjdesini ulaştırabilmek için gönüllü düşmüşler zamana, biz aldandılar sanmışız. Ve aldanmışız!

Serpil Kendir

Share