"düşün, düşün ki düşün gelişsin"

Ben bu gurbetde garibem ger ölem fürkat ile
Ey sabâ hâlümi lutf it der-i cânâna ilet.

(Ben bu gurbette garibim, eğer ayrılık ile ölürsem,
Ey sabah rüzgarı lûtfet, hâlimi sevgiliye ilet.)

-Figânî-
Share

Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle tevbe et! 
Zîrâ çiçekler güneşli ve ıslak yerlerde açar...

Hz. Mevlânâ
Share

Eskiden salıncak gıcırtıları çekerdi dikkatimizi, koşardık parklara...
Şimdilerde hayatın gıcırtısından duyulmaz oldu çocukluk kahkahalarımız...

-Rukal-
Share
DEBU - Sarayda (Turkish)

Hayat bir büyük bilmece,
Zor değil cidden kolaydır,
Sultan hazinesi sende,
Bu gönül onun saraydır.

Eğer senden sorsa kimse,
Bu aciz kulun hakkında,
Sultanın saray içinde,
Bir şarkıcıyım burada.

Şarkıcıyım ben sarayda,
O sultanın şarkıcısı,
Ve onun aşkı hakkında,
Söylerim şarkılarını,

Hayat bir büyük bilmece,
Zor değil cidden kolaydır,
Sultan hazinesi sende,
Bu gönül onun saraydır.

Hasret ile onun aşkı,
Bu kalbimi dolduruyor,
Gönül Padişahın tahtı,
Ve hasretini çekiyor.

Eğer sen girersen ona,
Sultan kulu olacaksın,
Yüreğin aşk ile dolsa,
Acayipler göreceksin.

Hayat bir büyük bilmece,
Zor değil cidden kolaydır,
Sultan hazinesi sende,
Bu gönül onun saraydır.

Sırrından hayret ederim,
Saklı olan aydınlanır,
Nasıl anlatabilirim,
Dil böyle mahir değildir.

Kalbine girdiğin zaman,
Görürsün Sultan tahtını,
Ondan ölü ve yaşayan,
O cahil olur bilgili.

Hayat bir büyük bilmece,
Zor değil cidden kolaydır,
Sultan hazinesi sende,
Bu gönül onun saraydır.
Share

Başka birisinin duyuş ve acılarını fark edebilme ayrıcalığından kaç kişi yararlanabiliyor? Bu belirsiz. Ancak duygu ve düşünce esnekliğinden en uzak adamın bile, başkalarının perspektiflerini fark etme yeteneği biraz olsun var. “Empati” diye adlandırılan bu yeteneğin medial/frontal korteks’in yüzölçümüyle doğru orantıda olup olmadığı kesin bilinmese de, beynimizin başkalarını anlamaya özel bölgelerinin varlığını bilmek hoş! 

Yankı Yazgan
Share

Dedi; git de dolan gel, şu dünyanın seyrinde...
Hele bir bak, gör hele, ne var imiş gayrımda...
Korkma! Elbet sonunda döneceğin yer benim!
Korkma! Herkes bıraksa, tutacağım, yar benim...
Emir demiri kesti, ana-baba bahane...
Eller nederse desin, Can'ım hükmün şahane...

N.Türk
Share

Başka birisine kendime yetemediğim için bağlanıyorsam, karşımdaki kadın ya da erkek benim için bir cankurtaran olabilir belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz. Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.

Erich Fromm
Share

Beni bu küştgîr-i seyl-i mihnetdür basan yohsa,
Tutuşurdum eger hecr âteşi olsa hemân tenhâ.

(Beni yenen bu eziyet selinin pehlivanıdır, yoksa;
Ayrılık ateşi yalnız olsaydı onunla hemen kapışırdım.)

-Hecrî-
Share

Rahmet kapılarının ardına kadar açıldığı, mağfiretin, rızkın ve şifanın oluk oluk aktığı bu mübarek geceden nasiplenmek ümidi ile...
Share
Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları içimdeki çocuk!
Hele bir kanatlansın ufuklar,
Hele bir içini çeksin orman,
Hele bir kere güneşler yansın,
Kertenkeleler üşümesin,
Hele bir kere toprak kansın,
Mevsim demlensin,
Hele bir ballansın böğürtlen dikenleri!
Gelincikler bedava,
Gökler sahipsiz
Bahçeler zilzurna...
Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları, içimdeki çocuk!
Dudaklarında kalın kabuklu bir portakal kokusu,
Tabanlarında, kınalı keklikleri bol dağların rüzgârı karıncalansın...

Hele bir duyulsun uzaktan
Yaylı çıngırakları
Yıldızlar seslensin,
Hele bir armut ağacı temmuzu yüklensin,
Hele bir kerrecik daha yalınayak yere değsin içimdeki çocuk...

Bedri Rahmi Eyüboğlu
Share
ahçılık değil, ahh'cılık zor zanaat... :)
"abherî"
Share

Ucu Yanmış Kelamlarım Bir FasıL'da Demlenirken;
Selam Olsun Aşk'dan Yana İmtihanı Olana !!..

Yunus Bozyel
Share


Bir tavşan önüne bir daktilo almış tak tuk tak tuk birşeyler yazıyor.
Oradan geçen bir tilki :
Hey tavşan ne yazıyorsun?
Doktora tezimi yazıyorum.
Ha öyle mi, çok güzel ne hakkında ?
Tavşanların tilkileri nasıl yedikleri hakkında.
Yok canım olur mu öyle şey hiç tavşanlar tilki yerler mi ?
Olur canım gel istersen sana isbat edeyim.
Beraberce tavşanın yuvasına girerler biraz sonra tavşan tek başına çıkar ve
yine daktilosunun başına geçer tak tuk birşeyler yazmaya devam eder.
Daha sonra oradan geçen bir kurt tavşanı görür.
Hey tavşan ne yazıyorsun ?
Doktora tezimi.
Ne hakkında ?
Tavşanların kurtları yemesi hakkında.
Yayınlamayı düşünmüyorsun herhalde buna kim inanir.
Doğru olmaz mı gel istersen göstereyim.
Yine beraberce yuvaya girerler tavşan biraz sonra tek başına dışarı çıkar.
Tavşanın yuvasında ise;
Bir köşede tilkinin kemikleri. Bir köşede kurdun kemikleri.
Diğer tarafta bir arslan kürdanla dişlerini temizliyor.

Sonuç ve anafikir:
Doktora tezi yapmak için tezin önemi yoktur, konunun da önemi yoktur;
Önemli olan tez danışmanıdır.
:))
Share

Çünkü; dinlemek, dokunmaktan, tatmaktan, koklamaktan hatta görmekten daha önemli ve daha önceliklidir. Beş duyun ile elde ettiğin bilgilerin hepsinin doğruluğundan emin olamazsın. Algıladıklarını bilgi düzeyine yükseltebilmen için ayrıca çaba harcamak zorundasın. Bu çabanın en azı ve en verimlisi dinleyerek algıladıkların için olacaktır. Göz’ün kapağı vardır, kapanabilir; görevini yapabilmek için ışığa muhtaçtır. Ayrıca hem yön’le hem de açıyla sınırlıdır. Gözün algılayabileceği varlıklar da sınırlıdır. Sadece somut varlıkları, o da gerekli şartlar mevcutsa görebilirsin. Işık yoksa, karanlıktaysan göremezsin. Ama duyabileceklerinde böyle sınırlar yoktur. Somut varlıklardan soyut varlıklara, bu âlemden, ledûnne, ahirete, melekûta, ilhama, işraka, hisse ve akla dair her türlü hadisenin, vakıanın, mefhum ve mânâ’nın bilgisine, bütün bunların ve en önemlisi ‘kendi’nin gerçeğine ancak dinleyerek ulaşabilirsin. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri dinleyenleri muhatab almıştır. Vahye mazhar olanların hepsi “dinleme” hassasına sahip olanlardandır.

Duymak, işitmek yetmez; dinle. Öyle dinle ki, ses ve söz önce bilgi’ye sonra hikmet’e dönüşsün. Koyun kaval dinler gibi değil, ağaç topraktan, yaprak yağmurdan suyu çeker gibi dinle. Kulağın kapağı yok, açman gerekmez; aklını aç, kalbini aç, insafını aç ki dinlemiş olasın.

Mevlana
Share

Biz tam dört arkadaştık, korkusuzduk, çeviktik
Bu efsunlu beldede pervasız dört yiğittik
Almıştık hızımızı o düşler perisinden
O hızla kanatlandık hayal penceresinden
Dört melek-sima için girdik bu maceraya
Pusatlı, yalın kılıç ulaştık maveraya
Durup dinlenmeksizin varmak için ezele
Ne ab-ı hayat içtik ne yüz verdik ecele
Günün ilk ışığıyla dindi hayalin sesi
Yalancı fecir gibi kalkınca sis perdesi
Göründü dört garip yol; yaktı firkat sızısı
Dört karanlık yol değil sanki alın yazısı
En korkulu anına ulaşmıştık bu düşün
Lafı bile geçmedi aramızda dönüşün
Vuslata ait yemin düşerken dilimizden
Orada ayrılmıştık en son birbirimizden

Bin yıl geçti aradan onları görmeyeli
Bir haber getirmedi ne sam ne saba yeli
Ferhad kerem ve Mecnun Tanrı`nın üç seveni
Merak ediyorlardır onlar da şimdi beni
Kavuştular sanırım hepsi sevdikleriyle
Bir ben kaldım geride vuslatın kederiyle
Alıp yutsa da dağlar Ferhad`ın gür sesini
Duymamış mıdır Şirin onun son nefesini
İlk görüşünde onu aşk çerağına yandı
Aslı Kerem`le dalıp Kerem onla uyandı
Tanımasa da Mecnun Leyla`sını görünce
Vuslatın sahbasını içmedi mi ölünce

Ferhad Kerem ve Mecnun terk ettiler bu mülkü
Bundan böyle bendedir aşkın mukaddes yükü

Ömür Ceylan
Share

Mübtelâsı olduğum dilber bilir bilmezlenir
Sergüzeşt-i mihrini ezber bilir bilmezlenir

(Sevgili, kendisine olan tutkunluğumu bilir ama bilmezden gelir.
Sevgisinin perişan edici macerasını bilir ama bilmezden gelir.)

-Nâbî-
Share

Aşk eteğin tutmak gerek âkıbet zevâl olmaya
Aşktan bir elif okuyan kimseden suâl olmaya
Aşk dediğin bilir isen aşka gönül verir isen
Aşk yoluna mâl ne olur cân dahi muhâl olmaya

Yunus Emre
Share

Beton evlerde oturuyoruz, beton şehirlerde yaşıyoruz, beton hayaller kuruyoruz. "Hayalinizdeki yaşam" diye önümüze konan bütün projeler, aslında alt alta üst üste farklı biçimlerde dizayn edilmiş çeşitli beton kutucuklarda yaşamayı dayatıyor bize. Zaten pek farklı bir arayış içinde değiliz biz de. Babadan atadan miras üç karış toprağı, iki göz müstakil evi olan hemen herkesin, gelip geçen müteahhitlerin ilgisini çekmek gibi bir beklentisi var. Güzelim düzayak evler, bahçesiyle, bahçesindeki ağacı çiçeği böceğiyle teslim ediliyor müteahhitlere. Yerine sevine bayıla soğuk beton bir kulenin beşinci, yedinci ya da on birinci katında alelade bile olmayan üç oda bir salon beton kutucuklar alınıyor. Kendi içinde bir kompozisyonu olan o bahçeli evin yerine, daha büyük bir kompozisyonun birbirine yabancı parçalarından biri olmak yeğleniyor. Hepimiz bir şekilde gönüllüyüz bu beton uygarlığının gelip hayatımızı istila etmesine. Böylesinin kolay ve rahat olduğuna inandırıldık bir kere. Son devirde inandırıldığımız pek çok şey gibi bu mavalı da sorgulayacak mecalimiz yok.

Uzun seyahatlerden hep içim sızlayarak dönüyorum son zamanlarda. Yemyeşil ormanların, kurşuni yalçın dağların, köprülerle üzerinden geçtiğim irili ufaklı derelerin, çayların, ırmakların, uzak yakın göllerin, denizin, dalgaların büyüsü araya şehirler girdiğinde adeta betondan bir kâbusa dönüyor. Şehir başlar başlamaz deniz binaların ardına öteleniyor, gözden kayboluyor. Dağlar, tepeler beton bloklarca her yanından hançerleniyor. Ağaçlar orasından burasından çevrilerek düzene disipline sokuluyor, doğallığını yitiriyor. Dereler ya yeraltına gömülüyor ya da içine atılan çerçöple kirletiliyor. Bizim şehir dediğimiz şey tabiatın bağrına açtığımız yaralardan ibaret... Kimi kabuk bağlamış, kimi halen kanıyor. Tuhaf olan herkesin halinden memnun olması... Hayatsızlığın hızla yerleşik hale getirildiği bu düzene hemen hiç itiraz eden olmaması...

Yeryüzünde insan eli değmiş alanlarla, değmemiş alanların bir karşılaştırmasını yapabilsek faciayı görebileceğiz. Diğer bütün canlılar hayatlarını kendi tabii seyrinde, kendi tabii sınırları içinde sürdürüyor. Ama insan öyle değil, bir türlü gem vuramadığı hırslarıyla her şeyi bozuyor, kirletiyor, yok ediyor insan. Yani biz! Dedelerimizi ninelerimizi bir tarafa bırakalım; kendi anne babalarımızın hayatlarının bile ne kadar uzağına düştük. Ben bahçesi olan o düzayak evlerden birinde doğdum, onun gibi evlerde büyüdüm. O bahçelerde çocuk olmanın, koşup oynamanın, o ağaçların anlatılamaz lezzetteki meyvelerini koparıp yemenin hazzını yaşadım. Kendi çocuğuma o hayatın ancak fotoğraflarını gösterebiliyorum. Ne büyük hüsran!

Nasıl olduysa oldu alıştık biz böyle yaşamaya. Beton kutucukların içinde sıkışıp kalan soğuk ve hayatsız insanlar olmaya... Şimdi geri dönmekten, bütün hatalarımızı tek tek geri almaktan umudumuzu da kesiyoruz yavaş yavaş... Bu mudur bizim insanlığa göstereceğimiz insanlık? Bu mudur hakikat namına söyleyeceğimiz söz?

Eskiler bu dünyaya gereğinden fazla meyledeni garipser ve "Dünyaya kazık mı kakacaksın?" diye sorarlardı hayretle. Galiba biz o kazığı kaktık dünyaya ve şimdi istesek de yerinden çıkaramıyoruz.

İnsanın kendini Kaf Dağı'nın ardında arayacağı tuhaf zamanlara geldik demek ki!

Gökhan Özcan
Share

Aşktır, yırtıldı yırtılacak bir anı gibi
eski sesli haziranın tam ortasından,
tam duyuldu duyulacak derken yalnızlığın
sesi aşktır, açılır bir şiirin her yerinde:
-Yalnızlık kokuyorsun demiş miydi Edip Bey,
öyleyse haziran kokuyorsun demiştir bir de
şunu: Bir anıya bir başka anıdan ne
kalır, elbet aşkın ortasında haziran kalır!
Bir yazı bile şurda-burda birlikte
tamamlamadan henüz, bir yaz daha
çıkarma telaşından sakın! Ne haziran
kalır geriye ne o adamla kadın!
Şimdiden teşekkürler bir anıyı böyle
dayanıklı kılan iyiliğine, aşkın
ve haziranın trenini kaçırma, ocakta
ateşçi ol ve öv onu, hızlı geçen
şubatta yavaşlığına bak kırların, martta
makas değiştir, istasyonda bekleyen çocuğu
benim için öp, o senin çocukluğun!
Mayısı havalandır, sonrası hazirandır...
Hazirandır, yalnızlık gibi aşkın ortasındadır.

Haydar Ergülen
Share

bilmenin ani ölümü
anlamanın tatlı kıyametiyle birleşince başladı

büyümek

Share