Beton evlerde oturuyoruz, beton şehirlerde yaşıyoruz, beton hayaller kuruyoruz. "Hayalinizdeki yaşam" diye önümüze konan bütün projeler, aslında alt alta üst üste farklı biçimlerde dizayn edilmiş çeşitli beton kutucuklarda yaşamayı dayatıyor bize. Zaten pek farklı bir arayış içinde değiliz biz de. Babadan atadan miras üç karış toprağı, iki göz müstakil evi olan hemen herkesin, gelip geçen müteahhitlerin ilgisini çekmek gibi bir beklentisi var. Güzelim düzayak evler, bahçesiyle, bahçesindeki ağacı çiçeği böceğiyle teslim ediliyor müteahhitlere. Yerine sevine bayıla soğuk beton bir kulenin beşinci, yedinci ya da on birinci katında alelade bile olmayan üç oda bir salon beton kutucuklar alınıyor. Kendi içinde bir kompozisyonu olan o bahçeli evin yerine, daha büyük bir kompozisyonun birbirine yabancı parçalarından biri olmak yeğleniyor. Hepimiz bir şekilde gönüllüyüz bu beton uygarlığının gelip hayatımızı istila etmesine. Böylesinin kolay ve rahat olduğuna inandırıldık bir kere. Son devirde inandırıldığımız pek çok şey gibi bu mavalı da sorgulayacak mecalimiz yok.
Uzun seyahatlerden hep içim sızlayarak dönüyorum son zamanlarda. Yemyeşil ormanların, kurşuni yalçın dağların, köprülerle üzerinden geçtiğim irili ufaklı derelerin, çayların, ırmakların, uzak yakın göllerin, denizin, dalgaların büyüsü araya şehirler girdiğinde adeta betondan bir kâbusa dönüyor. Şehir başlar başlamaz deniz binaların ardına öteleniyor, gözden kayboluyor. Dağlar, tepeler beton bloklarca her yanından hançerleniyor. Ağaçlar orasından burasından çevrilerek düzene disipline sokuluyor, doğallığını yitiriyor. Dereler ya yeraltına gömülüyor ya da içine atılan çerçöple kirletiliyor. Bizim şehir dediğimiz şey tabiatın bağrına açtığımız yaralardan ibaret... Kimi kabuk bağlamış, kimi halen kanıyor. Tuhaf olan herkesin halinden memnun olması... Hayatsızlığın hızla yerleşik hale getirildiği bu düzene hemen hiç itiraz eden olmaması...
Yeryüzünde insan eli değmiş alanlarla, değmemiş alanların bir karşılaştırmasını yapabilsek faciayı görebileceğiz. Diğer bütün canlılar hayatlarını kendi tabii seyrinde, kendi tabii sınırları içinde sürdürüyor. Ama insan öyle değil, bir türlü gem vuramadığı hırslarıyla her şeyi bozuyor, kirletiyor, yok ediyor insan. Yani biz! Dedelerimizi ninelerimizi bir tarafa bırakalım; kendi anne babalarımızın hayatlarının bile ne kadar uzağına düştük. Ben bahçesi olan o düzayak evlerden birinde doğdum, onun gibi evlerde büyüdüm. O bahçelerde çocuk olmanın, koşup oynamanın, o ağaçların anlatılamaz lezzetteki meyvelerini koparıp yemenin hazzını yaşadım. Kendi çocuğuma o hayatın ancak fotoğraflarını gösterebiliyorum. Ne büyük hüsran!
Nasıl olduysa oldu alıştık biz böyle yaşamaya. Beton kutucukların içinde sıkışıp kalan soğuk ve hayatsız insanlar olmaya... Şimdi geri dönmekten, bütün hatalarımızı tek tek geri almaktan umudumuzu da kesiyoruz yavaş yavaş... Bu mudur bizim insanlığa göstereceğimiz insanlık? Bu mudur hakikat namına söyleyeceğimiz söz?
Eskiler bu dünyaya gereğinden fazla meyledeni garipser ve "Dünyaya kazık mı kakacaksın?" diye sorarlardı hayretle. Galiba biz o kazığı kaktık dünyaya ve şimdi istesek de yerinden çıkaramıyoruz.
İnsanın kendini Kaf Dağı'nın ardında arayacağı tuhaf zamanlara geldik demek ki!
Gökhan Özcan
3.7.11 |
vakt-i nesir
|
0
yorum
0 yorum: