"düşün, düşün ki düşün gelişsin"









Bu sıralar kendime bulduğum bir meşgale ile neredeyse 24 saat yetmemekte oluşundan mütevellit kitap okuyamamanın ızdırabı içindeyim (nasıl bir cümle kurduysam) :)
Yine de yıllar önce okuyup tadı halâ dimağımda olan ve tekrar okumak için elime aldığım ve günde sadece birkaç sayfa okuyabildiğim bir kitabı siz blog dostlarıma tavsiye babında sunuyorum.

Arka kapak;
Ben uydurdum bütün bu hikâyeleri. Ama size şunu söylüyorum ki: Daha yüksekte duran bir gerçeği işaret etmek için bunca hikâye uydurdum. Demek istediğim. hepsi yalanken anlattıklarımın. anne kalbinde bir çocuk yokluğunun işaret ettiği acı yalan değildi. Yalan değildi eşi zalim avcı tarafından vurulan turnanın zaruri ölümü. Yalan değildi kemalin arkasından zevalin geldiği. Olgunlaşan her şeyin sonunda bozulduğu. Bir şey bozulurken onunla birlikte başka şeylerin de bozulduğu. Yalan değildi devletlerin insanlar gibi. aşkların da devletler gibi ömürleri olduğu. mahiyeti safiyet olan aşkı en çok karanlıkların boğduğu. Yalan değildi aşkın birbirine uymayan iki tanımının olduğu.
Bu tanımlardan biri sorgusuz sualsiz teslimiyet anlamına gelirken. diğerinin. sorgusuz sualsiz teslimiyetin kurulumu demek olduğu. Böylece aşkın mutlak tanımının mümkünler âleminde nâ-mümkün olduğu. Yalan değildi güzel kokunun ezel hatırasını taşıdığı. Yalan değildi bazı şeylerin hep bir şeyle bir şey arasında bir ürperti gibi asılı durduğu.
Günahı ve ihaneti bu dünyada su öbür dünyada ateş arıtacakken. suyla arınmayan âşık kalbinin ancak ateşle durulduğu. Belki de bu yüzden bir büyük yangının koptuğu. Bir ocağın; kelâma mecbur çileden yenik elemden ibaret bir kalpten kopa gelen yangınla tutuşup kül olduğu.
Hikâyelerine ayrılarak anlatılmış bir romanda son kez yemin ediyorum ki: Vallahi yalan değildi!


Nazan Bekiroğlu
Share


"..Yağmuru mırıldanıyorsun, eskiyor
bardakta unutulmuş su gibi yarım
ve söylenmeden kalan sözlerin tadı,
yeni sözlerinse bir yağmurluk ömrü var
ne yağdım onlarla ne de ıslandım
Susacak kadar büyütürüz ya çok şeyi
ben en çok yoksulluğumuzdan korkarım
nasıl da yoksuluz sessizliğin karşısında
korkuyoruz kelimelerin de bunca yükselmesinden
ya düşerlerse aramıza! Harflerden kumu
üfleyince çöl görünür mü bilinmez, fakat
sözler kaybolunca görünen ufukta, hayat
herkesi ıssız adasına indiren gemi…
Mırıldanıp duruyorum da eskiden yeniden
kendi dilime bir çeviremedim şu sessizliği!.."

Haydar Ergülen
Share

"Ömrüm..
Ah benim ördükçe sökülen yakasız kolsuz hırkam..."

Şükrü Erbaş
Share


ey benim yazı kışı yağışlı gözlerim
gidip de çöle yağmak neyineydi
neyineydi kapılmak sam yellerine
şimdi dört mevsim kuraksın
kum fırtınalarına mı teslim ettin gülmelerimi
hadi savrul sahralarca
ve kavrul taa yürekten!
gıkım çıkarsa hıçkırıklara boğulsun nefesim
kör olayım ağla billah
kurumasın gamzemde açan hüzün çiçekleri
bilirsin dikenine razı olduklarım ateşten mızraklara dönüştü
bilmiyorum yağmur duasını öğrenmeye ihtiyacım olmaz sanırdım
sandığım sanmadıklarımla doldu işte
hangi bohçayı açsam bir ummadık taş
ve kaldırmayagör iç içe tıkıştırılmış milyonlarca yaş..
bir amin bekliyor hepsi
olmadık da değil bu dualar üstelik
olur yanlarım sızlamakta susuzluktan
boşa yağmışım yıllarca
yağmalanmışım habersiz
dolup dolup boşalıyorum içime
bir de bardağa kadeh kadeh
ve artık mevsimsizim enlemlerin uğramadığı
ben aslında sensizim kaderin cezalandırdığı...

ersin özer
Share


Canımın içi. Kırk yıldır öpüp alnıma koyduğum. Vefalım. Nereden başlayayım senin güzelliğini anlatmaya. İstersen gel önce doğduğun yerlere, şu uzak ekin tarlalarına gidelim birlikte. Kuş seslerine ve yağmura uzanıp duran yeşil başakların tam mevsimidir. İkimiz de tırpanlardan, harman yerlerinden, taşları ağır değirmenlerden geçtik, ikimiz de değiştik. Bakalım, kendi özümüze doğru çıktığımız bu yolculuk neler öğretecek bize; nasıl ağırlanacağız? Belki yolda bir iyilik yapar, bin yılların ambarlarını da açarsın bana. Sümerli rahiplere adak verildiğin günlerden, Nil’in kıyılarındaki eski hasatlardan, hafızana sinmiş dibek seslerinden, kuraklık bastığında çektiğin acılardan, tam açlıktan ölmek üzereyken sana kavuşanların gözlerinden ve sevdiği adam için sofra kuran bir kadının içinden geçirirsin arkadaşını. Vaktimiz olursa, köylü kadınların hamur teknelerine, kasaba fırınlarının uzun küreklerine, küçük şehirlerdeki bakkalların ekmek dolaplarına da uğrarız. Bırakalım, gittiğimiz her yerde güzelliğin aklımızı çelsin…

Sen ki bana bir anne armağanısın. Bu huysuz nöbetçinin, kış günlerinde nasıl pişmeni beklediğini, tandırdan demir bir çengelle çıkarılıncaya kadar nasıl sabırsızlandığını bilemezsin. Sonraları ne zaman bir kış fırınının önünden geçsem, o ilk zemherilerden kalma tanıdık buğun aklımı çelmeye yetti. Pek çok kez içeri girmekten, tezgâhın önüne dikilmekten alamadım kendimi. Bir elimi yaktıysan öbür elim ne güne duruyordu! Sokakta, insanların arasında hiç çekinmeden bir yerlerini çimdikleyip durdum, sevgilim sendin. Sürekli bir kenarından büküp kopardım, yanımda kim varsa sıkılmadan ikram ettim ve sıcak bir ekmeğe hayır diyen mızmızları anlamakta güçlük çektim. Âdetimdi, ikramımı memnuniyetle kabul edenlerin bir anlık da olsa gözlerinin içine bakmaktan alamadım kendimi. Sadece mutluluk değildi aradığım. Sıcaklığını her kimle bölüşsem, artık ondan bir kötülük gelmeyeceğine inanıyordum çünkü. Bu âdetimi terk ettiğimi sanma; hâlâ senden daha güzel bir armağanım yoktur benim. Hâlâ sıcak bir ekmeğin aracılık ettiği merhabanın bereketiyle şenleniyor bu tekne… 
Biz yerimizde durmak nedir bilmeyiz. Bir kentten diğerine, bir ülkeden ötekine, bir semtten berideki semte sürekli adres değiştiririz. Sadece yerimizi mi? Âdetlerimizi de, arkadaşlıklarımızı da değiştiriyoruz durmadan. Yine de her nereye gidersek gidelim, hangi yabancı sofraya oturursak oturalım, orada gülümseyip duruyorsun yüzümüze. İnsan biraz düşününce anlıyor ki, seninle merhabalaştığımız hiçbir yer bize yabancı değil. İster bir kızın parmakları olsun, ister bir işçinin kirli avuçları, sana dokunan bütün elleri tanıyoruz. Kimi ilişkilerimizin ömrünü bile, bir ekmeği paylaşabildiğimiz günlerle hesaplıyoruz. Nankörlük ettiğimiz, her gün defalarda boğazımızdan geçtiğin halde seni görmezlikten geldiğimiz olmuyor değil. Darılma! Şu hoppa balçığımız eninde sonunda yine huzurunda çözüyor eğerini. Akşamları sen olmadan eve gidemiyor; dünyayı üzerine yaysak, sen yoksan sofranın aklını çelemiyoruz…

Ya biz Türklerin sana duyduğu şu sarsılmaz bağlılığa ne demeli! Daha bir akrabaya, bir büyüğe, bir misafire nasıl davranacağımızı öğrenmeden bir ekmeğe nasıl davranacağımız öğretiliyor bize. Yere bir kere düşmeye gör! Önce telaşla düştüğün yerden kaldırıyor, öpüp başımıza koyuyor, sonra da kuşların görebileceği bir yere iliştiriyoruz seni. Bu topraklarda kimse ekmeği ayaklarıyla çiğnemeye cesaret edemiyor. Kötülük bile, bir dalgının tabanlarına kurban gitmesin diye, garip bir incelikle eğilip korumaya alıyor seni. Kaç kez duymuşsundur koca koca adamların çocuk gibi “ekmek çarpsın” diye yemin verdiğini. Çünkü gerçekten de çarpılmaktan korkuyoruz! Sadece bunlar mı? Söyle, seni varlığının sınırı yapan kaç millet var şu yeryüzünde? Islatıp yiyeceğimiz bir kuru ekmeğimiz kalıncaya kadar, yoksulluğun bütün basamaklarına bahane bulabiliriz. Bizim kıyametimiz, eve ekmek götüremediğimiz gün başlıyor. 
Bu yüzden en mahrem utancımız sensin…

Ali Ayçil / Yenilgiden Dönerken
Share


Aldırma söylenenlere; Varsın, görenler seni bir ot sansın. Sen gül ol da, uğruna ötmeyen bülbül utansın..!

Mevlana
Share


Ani tatmin ve hız çağında, pek de sevilen bir kelime değil sabır. Zamanımız çok olduğunda insan olarak daha naziğizdir de bir yere yetişmeye çabaladığımızda insanlara çarpmayı, başkalarını ezip geçmeyi hakkımız olarak görürüz. Bir psikoloji çalışmasında, ilahiyat öğrencilerine insanlara yardım üzerine bir seminer verilmiş. Dersten hemen sonra yandaki binaya geçmeleri isteniyormuş.Yolda yerde acı içinde kıvranan bir adamı oynayan bir aktör varmış. Acele etmeleri istenmediğinde öğrenciler bu kişiyle ilgilenmiş, ancak deney zaman baskısı altında tekrarlandığında, diğer binaya geçmek için az zamanı olan öğrencilerin yolda kıvranan adama pek az yardım ettikleri, kiminin adamı çiğneyerek geçtiği görülmüş. Acele ve telaş, nezaketi anında imha edebilir.

Ani tatmin sosyal hayatımızın en görünür veçhelerinden birisini oluşturuyor. Beklemek istemiyoruz, her şeyi hemencecik istiyor ve sahip olamadığımızda da öfkeleniyoruz. Özellikle günümüzün video oyun gençliği, beyinleri aksiyon oyunlarının hızıyla baştan çıktığı için, her şeyi çok çabuk istiyor. Bazıları beni şaşırtıyor: Geçenlerde konuştuğum bir tanesi, hayattaki hedefini yirmili yaşlarının başında lüks bir arabaya sahip olmak şeklinde tarif ediyordu. Sabırsızlık çağında beklemek sanatını kaybetmiş bulunuyoruz. Dikkatler her zamankinden fazla uçucu, pek çok insan karşısındakinin konuşmasını bitirmesini dahi bekleyemiyor. Ani tatmin duygusunu geciktirebilen insanların hem ilişkilerinde hem de girişimlerinde daha başarılı olabildikleri biliniyor. Daha esaslı bir ödül için ani tatmini erteleyebilen çocuklar, hem sosyal ilişkilerinde daha başarılı oluyor hem de daha fazla zeka ve daha az suç oranı gösteriyorlar. Böylece hayatlarının dizginlerini ellerinde tutabiliyorlar.

Sabır, zamanın kaçınılmaz akışıyla korkmadan yüzleşebilmektir. Hayatın günlük rutini içinde ebediyetin parıltılarını hissetmek. Daha derinlere indiğimizde telaş duygusunun hep ölüm korkusuyla alakalı olduğunu fark ederiz. 'Bir yere erken varırsak önce biz yapacağız, en çok biz yapacağız, en çok biz kazanacağız' yanılsaması. 'İşi bir süre bırakırsam bensiz her şey çöker, ben çok önemli adamım' yanılsaması. Bu yüzden diğer insanları önümüzde engel olarak görebiliriz. Bu acelecilikten vazgeçtiğimizde insanlar bize engel olarak görünmez. Onlara daha nazik davranırız. Dünyada hepimize yetecek kadar zaman olduğunu fark ederiz. Martin Buber, 'Nazik olmak için zaman yaratmalıyız' demişti. Bu çağda aylaklığa, amaçsız etkinliklere, bir kahvede oturup öylesine laflamaya her zamankinden çok muhtacız. Çünkü ancak böylece, insan ilişkisiyle, bir ruhumuz olduğunu fark ederiz. Ve karşımızdakinin de bir ruhu olduğunu hissederiz.

Sabır, varolan zamanın mutlak olmadığını da söyler bize. 'Bu da geçer ya Hu' diyen erenler dertlerin izafi olduğuna, onların içine gömülüp kalmamak gerektiğine işaret ederler. Zaman gebedir. Şer gibi görünenin içinden bir hayır doğabilir. O an için bize dert veren şeyin yarın bize kuvvet vermiş olduğunu fark edebiliriz. Sabır, beklemeyi bilmektir. Bütün kadim öğretiler, olgunlaşmanın sabretmeyi öğrenmekle gerçekleşebileceğinde hemfikirdir. Çok basit bir edimi, aynı şekilde yıllarca yapmak dahi, insana öğretir.

Sabır başkalarının ritimlerine saygı göstermektir. Bir çocuk size onuncu defa aynı şeyi anlatıyorken susup onu dinleyebilmek. Arkadaşınızın heyecanla anlattığı bir şeyi, onun sözünü kesmeden sonuna kadar işitebilmek. İnsanları ufak hataları yüzünden gözden çıkarmamak. İşte bu yüzden yavaşlamakla sabır duygusunu da içselleştirir ve başka ruhlara saygı duyabilmeyi, daha da önemlisi başka ruhları görebilmeyi öğreniriz. Çok sevgili bir dostum var, dün gece oturduğu eve yakın bir köyün sakinleriyle birlikte gece yarısı yaban domuzlarını savıyordu. Onu bir gün garsonla, bir gün kaptanla, başka bir gün halkın içinden başka biriyle uzun uzun hoşbeş ederken görebilirsiniz. Kendi ruhunu unutmamış bir adam, başkalarının ruhunu da es geçmiyor. Ruhunu asla geride bırakmadığı için hayatı yavaşlatıyor, kendisini günlük hayatın koşturmacasına kaptırmıyor. Nezaket, sabrın evladıdır.

Sabreden öğrenir.

Kemal Sayar
Share


Ne kadar çok gürültü var değil mi?
Araba kornaları, seyyar satıcı bağırışları, telefonla konuşup çevresindekileri unutan öylesine kimseler ve en çok gürültüye sahip olan içimiz.
Çok kalabalığız anlayacağınız. Gürültü bizi her mevsim kuşatan bir iklim olarak iç cebimizde. Nereye gitsek bulunduğumuz yere özgü bir ses.
Kimisi koro halinde kimisi solo, ama hep var.
Öyle bir hâl oldu ki; sessiz duran, kendi halinde bir duruşa sahip olan insanlara hemen usulca sokulup “neyin var?” sorusunu soruyoruz sıkıca.
Eğer susuyorsa ve kendi halineyse bir sorunu olmalı bizce. Konuşmak bir anlam ve kendini ifade etme gücü olarak kabul görmüşken, susmak acınası bir ruh hali!
Çok konuşanı neşeli, susanı kederli bulur çoğumuz.
Oysa susmak,  bize dayatılan çağın gürültüsü karşısında bir erdem. Engin denizlerin, dalgasını içinde yaşayan okyanusların en anlamlı ruh hali.  Ama genel kanı “İnsan konuşan bir varlıktır” “İnsanlar konuşarak anlaşırlar.” Peki, bunca anlaşmazlıklar, anlaşılmazlıklar neden? Çok sustuğumuzdan mı!?
Kalabalıkların bir arada yaptığı konuşmalardan gürültü, kimin ne dediği belirsiz sesler hâsıl olurken bir araya gelmiş ve beraber susmayı başarmış çoğunluklarda hep seslendirilemeyen bir iç huzur, fikirlerde olgunlaşma ve tefekkür oluşur. Düşünmeden ardı arkasına dizilen kelimeler yerini anlam bulan susmalara bırakır.
İnsanlar konuşarak değil, birlikte susmayı başararak anlaşabilirler. Susmak bir anlaşma, kelimelerin gücünün yetmeyeceği anlatım ve beraberce yapılabildiğinde en güzel eylemdir. Birlikte konuşabileceğin bir yığın insan varken etrafında, beraber gönül inşirahı ile susabileceğin insan sayısı oldukça azdır. Bu yüzden susmak, sade, zarif ve azdır.
Bazen susmak en ağır cevaptır. Aklımıza, bedenimize ve yüreğimize tüm şiddetiyle değen kalabalık cümlelere sıkıca sunduğumuz sükût, en okkalı cevaptan daha etkilidir.
İster bireye isterse bizleri bir araya toplamış muktedirlere, onların yüreğimize basıp çıkaracağımız sesten alacakları zevke ciddi bir darbedir de.
“Ne dedi?” sorusuna “ sadece sustu” cevabını alan hiçbir sorgucu, bu cevabın altından kalkamaz. Konuşmak, bir kelimeyle ifade edilirken, sade bir suskunluğun anlamı kendi boyutunu, niyetini aşan anlamları da ifade edebilme gücüne sahip olur. Muhatabın beklediği kelimelere verilen suskunluk, bol acabalı cevap olarak kayıtlara geçecektir.
Bir sussak, susmayı bir öğrenebilsek en anlamsız gürültüler bile bu susmanın şiddetinden kelimelerinin anlamını yitirecektir.
Meryem’ce bir sukut, üzerimize çöreklenen ağırlıklardan, yükünü kaldıramadığımız yaşam tarzlarından, cevabını veremediğimiz ağrılardan kurtarıp, bizlere yapraklarını her sonbaharda döken bir çınar ağacı rahatlığı kazandırıp gelen baharla yeniden yapraklarını açacak güç katacaktır.
Ve susmak bir mağlubiyet, bir yenilgi, bir vazgeçiş değil bilakis sıkı durmak, bitmemek, teslim olmamak ve şiddetinden kelimelerin hükmen mağlup olduğu bir derviş hüneridir.
Mecnun, içindeki kopuk ve kurulamayan cümlelerine mağlup olup dışarı atarak mecnun olurken Leyla en güzel sustuğun için Leyla’dır.
“Susarak özlemek, susarak beklemek, susarak sevmek” yerlere dökülüp, bedeni yara bere içinde kalmış birçok kelimelerden daha temizdir.           
Bu yüzden çok konuşmak çok yük getirirken çok susmak çok yük götürür.
Mağara yarenlerinin uzun suskunluğuna ortak olan bir kıtmir, özenilen ve unutulmayan bir sükût ortağı olarak unutulmazken, kalabalık gürültülerin sahipleri artık bir nokta kadar bile yer işgal etmezler.
Bazen de kalabalık yerlerimizin gürültüsünden hiçbir ses duymayan yüreğimize İlahi bir yardım eli dokunur usulca:
Yusuf 86:  “Ben kederimi ve hüznümü yalnızca Allah'a arz ederim”
Bu, bütün alengirli laflara, afişe edilmiş serzenişlere, çok gürültülü bağrışmalara bir sus eli değişidir.
Sözün yorduğu ve aleyhinde şahitliğe tutuştuğu zamana bir dur ihtarı, sıkıca giyilmesi gerek bir iç kuşağı, insanı baştan çıkaran parıldayan vitrinlere onurlu bir sükût duruşu,
çok kelimenin hamalı olmaktansa tavsiye edilen bir derviş hüneridir.Gavs-ı Hizani hazretlerinin mekânında bulunan bir kişi hazrete “Keşke şeyh bize biraz sohbet etse” der
Bunun üzerine Gavs-ı Hizani hazretleri şöyle buyurur “Bizim sükûtumuzdan fayda görmeyen, konuşmamızdan da göremez!”

Evet, susmak yazılamaz da, en güzel susarak anlatılır.

Mehmet Deveci
Share


Bir ağaç bir ormanın başlangıcı olabilir.
Bir kuş, baharın müjdecisi olabilir.
Bir gülümseme bir dostluğu başlatabilir.
Bir tokalaşma moralinizi yükseltebilir
Bir yıldız, denizde bir gemiye yön gösterebilir.
Bir tek kelime, büyük bir ideali anlatabilir.
Bir oy, ülkenin kaderini değiştirebilir.
Bir huzme güneş ışığı, bir odayı aydınlatabilir.
Bir mum, karanlığı yırtabilir.
Bir gülüş, hüznü fethedebilir.
Bir adım, uzun bir yolculuğu başlatabilir.
Bir dua, bir kelimeyle başlar.
Bir umut ışığı ruhumuzu besleyebilir.
Bir dokunuş, ne kadar önemsendiğinizi hissettirebilir.
Bir ses, bilgelikle konuşabilir.
Bir yürek, gerçek olanı anlayabilir.
Bir yaşam çok şeyi değiştirebilir.
Görüyorsun ya...
Her şey sana bağlı.
Ne kadar önemli olduğunuzu asla unutmayın.

Margo Daniel
Share


Arkadaşları, yeni evli gence, bir çay sohbetinde:

-“Sen evleneli neredeyse bir sene oldu, ama maşallah sizin evden çıt çıkmıyor, siz hiç tartışmaz mısınız?” diye sorarlar.

“Hayır” diye cevaplar yeni evli genç ve ilave eder:

-“Akşam işten geldiğimde, kapı açılınca hanıma şöyle bir bakarım. Eğer hanım, eteğinin ucunu belinde topladıysa bilirim ki hanımın günü iyi geçmemiş ve havası yerinde değil.

Hiç ekmek, yemek sormadan usulca mutfağa süzülür, aceleyle birkaç lokma atıştırır ve ortalıktan toz olurum. Olur ya bazen de benim asabım bozuk olur. O zaman fesin püskülünü her zamankinin aksine soldan sarkıtırım.

O da bunu görür, asabi olduğumu anlar ve hiç sesini çıkarmaz, hemen yemeğimi, çayımı hazır eder. Etrafımda pervane gibi döner. Bu nedenle biz hiç kavga etmeyiz.

Dinleyenlerden biri:
-“Peki birader, kapı açıldı, yenge eteğin ucunu belinde toplamış, sen de fesin püskülünü soldan sarkıtmışsın. İki taraf da asabi, o zaman ne olacak?” diye sormuş.

Ötekiler de “Hah! Şimdi ne olacak?” demiş.

Genç gülümsemiş;
-“Bundan kolay ne var, fesin püskülünü hafif bir fiskeyle soldan sağa atarım” demiş.. :)
Share