"düşün, düşün ki düşün gelişsin"
“innema emruhu iza erade şey’en, eyyegule lehu: künfeyekûn…” (Kur’an)
“şahinim salsa pençesin, aniden kaf’dan kapar…” (Aşık Emrah)

Kaf: ilahî nidânın ilk harfi… ol! emrinin oluvermeye dönüştüğü yerdeki münhanilik… var olan her şeyin bağrında taşıdığı şakk-ı kamer mucizesi… üç harf beş noktanın bir harfi ve iki noktası… ezel hattatının elinde nun hokkasından nâşi bir vuslat… Adem’in Havva’sı, Yusuf’un Züleyha’sı, Şemsî aşıkların se(v)dası… yıldız kaymalarından gönle resmedilen aşkın seyyaresi…

Kaf: efsanelerle bezenmiş bir uzak ülkenin heybetli dağı… Öyle ki; kimine göre birkaç dağın müşterek adı… Biraz Süphan, biraz Nemrut, biraz Cudi, Gabar, Klimanjero biraz, biraz Nepal ve biraz da Allahüekber dağları… Belki de bunların hiçbirisi değil de içimizin aşılamayan doruklarıdır Kaf dağları… Boşuna delmişti dağları Ferhat, kendi içinin aşılası dorukları dururken deyip içimize, kendi içimize yaptığımız en çetin yolculuğun aşılması mukadder ve mukarrer olan doruğudur Kaf… Efsanelerde Kaf Dağına ancak Zümrüd-ü Anka kuşunun gidebildiğinden bahsedilir… Kaf dağının dili sükut olsadır…

Zümrüd-ü Anka; İbn-i Fadlan diliyle “simurg”… Efsane bu ya; kuşlar aleminin padişahı imiş simurg. Ne vakit kuşların başı sıkışsa simurg gelir onları kurtarırmış… Günlerden bir gün büyük bir bela musallat olmuş kuşlar alemine… Kuşlar toplanıp simurg’a gitmeye ve ondan yardım istemeye karar vermişler… Simurg göğün yedinci katında yaşarmış… Yola çıkan kuşları göğün birinci katında bir melek karşılamış ve “buradan öteye geçmek isteyenler güzel seslerini bırakmak zorundadır, yoksa geçemezler” demiş… Kanarya, bülbül gibi sesi ile nam salmış kuşlar: “sesimiz olmazsa biz neye yararız” diyerek geri dönmüşler. Yola devam edenler göğün ikinci katına gelmişler ve orada yine “buradan öteye devam edecek olanlar tüylerinin güzelliğinden vazgeçmek zorundalar yoksa geçemezler” denmiş… Tavus kuşu, papağan gibi tüylerinin güzelliği ile bilinen kuşlar da oradan geri dönmüşler… Yolculuk boyunca göğün her katında bir özelliği geride bırakanlarla yola devam edilmiş ve göğün yedinci katına sadece otuz kuş ulaşabilmiş… onlar da bakmış ki; simurg kendileriymiş… si-murg: otuz kuş… Simurg, yani nam-ı diğer Zümrüd-ü Anka… Kaf dağına ulaşabilen tek kuş…

Göğün yedi katı ve nefsimizin de yedi mertebesi var… Göğün her katında bırakacak olduğumuz şeyler iç yolculuğumuzda feragat edeceklerimizden başkası mıdır… Yedinci kata ya da yedinci mertebeye ulaştığımızda biz zaten Zümrüd-ü Anka değil miyiz… Ve o zaman her dağ kaf değil mi…

Bu çileli yolculuk için ezel bezminde levh-i kalemin aramıza “aşk” yazdığı kişiye muhtacız… Onun gözlerinden yani o “nun” gözlerinden dilimize gelen kelimeler ile en güzel sevdayı anlatmayı öğreniriz… Onun hokkayı andıran ağzından dökülen incileri çıkarmak için değil midir mahir dalgıç gibi nefesimizi tutmamız… Kalem olup yazmaklarımız için lazım gelen şey nun hokkasında biriken sevda değil midir… Kaf nidası ile başlayan varlığımızın en büyük eksikliğini tamam eyleyen nun değil midir, bizi biz eden… “kaf ve nun” ile başlayan hikayede kaf’ı dağlardan alıp dağ sinesinde saklayan sevgilinin yanında nun çukuru olup rahmetini dilemekliğimizle varlığımızı imanla şerefli kılmaz mıyız… erguvanlar açmaya durduğunda delikanlı mı eli kanlı mı olduğunu kestiremediğimiz bir bahar boy verdiğinde apansız, yüreğimize kadem basan sultanın türküsü değil midir bizi Kaf’dan öteye salan neva… dizlerine dağılmak isteği, bir teheccüd vaktinde saçlarının urganıyla bağlandığımız gökyüzü değil midir… ruy-i zemin üzere kokusunu tüm çiçekler üzere salan bir avaz değil midir “nun meseli”…

Elif gibi boyuyla serv-i hıramanım sevdiğim…
Ayn gibi duruşuyla aliyar müjdecim sevdiğim…
Şın olup dişlerini inci gibi dizen ve nefes kesen sevdiğim…
Kaf olup, kah dağ olan kah varlığıma delil olan sevdiğim…
Nun gibi hokka sayıp göğsünü, üzerindeki ben ile ben olan sevdiğim…
Kaf ile nun arasında yazılan kaderimi iki kaşı arasında sır eden sevdiğim…
İçimin aşılmaz doruklarını aşılır kılan Zümrüd-ü Ankam sevdiğim…
Sen, gelecekte kurulacak mavi medeniyetin asırlar öncesinden yarınlara uzanan kokusu, tiril tiril İstanbul, buram buram Söğütsün…
Dilimde zikir, aklımda fikir, kalbimde şükürsün…

Kaf’dan kaf’a uzanan münhaniliğim, vav kesiği gönlümü göğsüyle sarıp sarmalayanım, nun karnında taşıdığın ben ile esrikliğim, sesim, nefesim ve olmamı murad ettiğinde, Allah’ın söylediği ismimsin…

He benim güzel sevdiğim, uzattım sözü, nasıl desem bilmiyorum… Bugün bende bir hal var… Semerkant’tan, Buhara’dan, İsfahan’dan, Kahire’den, Şam’dan, Tebriz’den gelen dolu dizgin atlılar koşuyor yüreğimde zamansız mekansız nefesine muhtaç… Tek bir sözünle, kaldırıp nikabını, “aşıkın sırrı meydandadır” deyip saltanatını gösterince, gökte Zühre, Harut ile Marut Babil’de ve içimde Şahrud titriyor sevdiğim…

Sevdanın doruklarından şelale misali dökülüyorsun içime… “elem neşrahleke sadrek” kabilinden sadrımı sesinle inşirah ediyorsun… “gök açılıp kapı kapı olduğunda ve dağlar yürütülüp serap olduğunda” sığınacağımız tek yer senin gölgendir, lütfet sevdiğim…

Seviyorum seni… okuma-yazmayı yeni öğrenen çocuk masumiyetiyle okuduğu her şeyi bir şeye benzeten yürek heyecanı ile, seviyorum seni… kesretteki vahdeti meşk ettiren gözlerin üzere düşen bahtım ile seviyorum seni…

-alıntı-
Share

0 yorum: