Sen artık aslına bürün demişler
Ferhat doğduğu gün isim vermeden
Bu çocuk ne kadar şirin demişler...
Sevgili padişah olunca, aşk ıstırabı ordu olur ve gönül denen ülkeyi yakar, yıkar. Sevgili gönül denen sarayda misafirdir. Bu saray bazen taht, divân ve meclis olarak da görünür. Yine sevgili denen sultan, peşine gönüllerden müteşekkil bir ordu takıp götürür. Âşığın gönlü sevgilinin saçları arasında yurt edinmiştir. Onun her bir tel saçı ucunda bir âşığın gönlü asılıdır.
Gönül geceler boyu ızdırab çektiği için hasta, bîmâr, yaralı ve sayrudur. Bu hastanın ilacı, şifâsı, tabîbi ve tiryaki ise sevgilinin dudaklarıdır. Hastaları arayıp sormak âdet olduğu, ilâç getirmek gerektiği hâlde sevgili buna yanaşmaz. Gönül hastasının derdi nâzdan dolayıdır. Sevgili süzgün bir bakışıyla âşığın gönlünü ok ve kılıcıyla yaralayıp deler. Sevgilinin ilgisizliği onu deli, mecnûn, çılgın, şûride, vâlih ve divâne eyler. Bu deliyi de sevgilinin zincir saçları bağlamaktadır.
Artık vuslata karşılık can nakdini vermeye hazırdır. Sevgilinin kara saçları geceye benzer. Âşığın gönlü bu geceye meyledince elbette gecenin tehlikelerine de katlanacaktır. Bu gece içinde o bir şebrevdir. Yine zülüf gece renkli olduğu için âşığın gönlünü mîskin, avâre, perîşan, sadpâre ve nâtüvân eyler.
Gönül, gamların konakladığı bir ev, hâne, virâne, hücre, harem ve halvetgâh’tır. Sevgilinin saçları tuzak, benleri de bu tuzaktaki tane olunca, gönül kuşu ister istemez bu tuzağa tutulur. Bu kuş artık gamdan yapılmış bir tuzağa girmeyi haketmiştir. Avlanan bu kuş bazen de kebap eden bir ateş olur ki gönül zaten ateşler içindedir. Âşığın gönlü ateş olup yanarken göz onu söndürmek için daima sular akıtır. Ancak bu ateş asla sönmez. Sevgili bir şem olursa âşığın gönlü onun çevresinde pervâne olur. Sevgilinin yay kaşlarından kirpik oklarını attığı nişangâh yine gönüldür.
Tasavvufta gönül bir ayna olarak ele alınır. Bu aynada Tanrı’nın tecellîsi zuhur eder. Tasavvuf gönle çok önem verir. İnsan bütün âlemin özü olduğu için insanın hakîkati de gönüldür.!
Yaşamayı unutarak yaşıyoruz. Gözlerimizin içine içine bakan hayatın neresindeyiz çok zaman? Size, gözlerini (yerinden) oynatırcasına bakan bir çocuğa bakmadan bir adım atabilir misiniz!
Kaç çocuk bakışı her an bir köşebaşından sana.
Her an kaç aşk bakışıyla bakar yaşamak sana…
Bunu bir söyleyen olmadı mı Allah aşkına?
Nefeslerin söylemiştir de; duymamışsındır.
Duymamışsındır; günün gecenin selamını.
Ne çocukların gözyaşını silmeye gücü yetiyor yaptığın işler, ne de bir annenin feryadını dindirmeye...
“Yaşamak nedir?” diye sorduğun oldu mu kendiciğine?
Bir daha, bir daha, yeniden, kaç defa?
Yoksa “sen” aldığın nefeslerin, dallarda şen şakrak kuşların, alnına sıvanan rüzgârların farkında falan değil misin?
Bir yalan, bir inkar, bir inat, bir olmaz murat için/de koşuyor olmayasın!…
ve ah ki… vah!
Gündelik işlerin…
Seni delik deşik eden manşetlerin şehvetinden başını çeviremeyişin hayra alâmet değil.
Adalet de değil bu. Sözlerini “geveze” ettiğin yetmediği gibi…
Bakışlarını da… Adımlarını da… Duyuşlarını da…
“geveze” etmişsin; iyi etmemişsin.
İstersen “bir bilene” sor.
Öf, yordun beni!
Bu ne gürültü böyle!
Kanser mi oldu âlem!
Yalanla doğrular bu kadar karışmış mıydı?
Ekmekler bu kadar tatsız olmamıştı belki.
Hayatımızın bunca rol; rolümüzün bunca hayat oluşu...
Perdeli/nerdeli…
Ve en can alıcı yanlarımızın rendelene rendelene…
Ve “yine” bir cümleyi bitir(e)meden…
Hayatımızın cümlesini kur(a)madan çalarsa kapı/m diye……
korkuyor, korkuyorum.
Bunlar bir karamsarlık fotoğrafı olsun diye değil; adını koymak adına…
Bir hayal olsa/ydı gördüklerim. Bu nezaketsizliği, hissizliği, arsızlığı, yarsızlığı bunca sahipleniş neyin nesi?!…
İnsana nefes başı insanlık yaraşır.
Adım başına lazım şeylerin ne/ler olduğunu koynumuzda gezdiriyor muyuz?
Bize yaraşan şeylerin mi… yoksa nelerin yarışındayız?
Her an: “Ne oluyoruz?!…” diye yüreğimiz elimizde…
patlayacak bombaların “patlamadan” ölüsü oluruz.
En iyisi “yaşamayı” unutmadan yaşamak.
Kaldır başını! Bak gökyüzü, bulutlar, güneş, yıldızlar…
Belki ihtiyacın var! Ha bitti bitecek bir hayatın var.
Git, bir çiçeği kokla!
Pencerene gelen kumrulara buğdayın, merhametin yok mu?
“İnsan” olduğunu nerelerde hatırlıyorsun en çok?
Bir çetele tut! Bir dânen var mı toprağına usulca bırakacağın?
Ne bir besten var ne de ziyaret edeceğin bir hastan…
Öf, yoruyorsun beni ve kendini; haberin yok!
Aynaya bak!
Gözlerin yuvalarından çıkmış!
Çok da malın mülkün var. Dağıt da bunları; hafifle!
Ellerini ve kalbini elden/gözden geçir!
Hayatı kokla!
Sık sık çal kalbinin kapısını…
… orda mı?
Ali Hakkoymaz
Dua insanda doğuştan gelen bir olgudur.
Yüce Allah’ımız şöyle buyurur:
“Kullarım beni senden sorarlarsa, gerçekten ben onlara çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm…”
Bre Said, demiş. Bir dirhem bal için bir çeki odun yenir mi
Said Efendi tebessümle:
Sultanım, diye cevap vermiş. Bir taht için, bir devletim yükü çekilir mi?
Ömer Hayyam
Meğer aşk, indiği kalbi ihya ediyordu ya, ihya edemezse yok ediyordu.
Kazasız belasız kurtulmanın imkânı yoktu.”
Nazan Bekiroğlu
Şirket sahibi, çok babacan insandı. Toplantıyı bir bıçak gibi kesip:
-Bu işte bir bit yeniği var, dedi. Mühendise kötü birşeyler oldu.
Şirket çalışanları, müdürün ne kadar tecrübeli olduğunu bildiklerinden, hep birlikte yerlerinden fırladı. Sekreterlerden biri, mühendisin okuduğu gazeteye bakarak:
-Biliyorsunuz ki bugün borsa tepetaklak geldi, dedi. Mutlaka çok sayıda hissesi vardı.
Bir başkası:
-Faiz veya repo da olabilir, diye araya girdi. Yüzde ikiyüz sınırı aşıldı.
Diğeri, kendinden emin bir tarzda:
-Dün dolar bozduracağını söylemişti, dedi. Bugün döviz âniden yükseldiği için, milyarlarca lira zarar etmiş olmalı.
Şirketin muhasebe müdürü:
-Kesinlikle yanılıyorsunuz, diye lafa karıştı. Daha üç gün önce avans çekmişti. Paralı insan böyle birşeyler yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.
Kadın sekreterlerden biri:
-Öyledir öyledir, diye atıldı. Hanımına geçen gün rastlamıştım, çok suratsız biriydi.
Bütün ihtimaller tek tek sıralanırken, şirket müdürü,:
-Konuşmakla vakit kaybetmeyelim, diye gürledi. Her an bir tabanca sesi gelebilir içerden..
Müdürün sözleri, ortalığı tekrar karıştırdı. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı. Müdür bey, etrafındakileri bir el işaretiyle susturduktan sonra, yumuşak bir sesle:
-Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Benim canım kardeşim, sakın bir çılgınlık yapma. Biliyorsun ki bu dünya fânidir. Bir gün zaten öleceğiz, değil mi?
Mühendisin bulunduğu oda müstakil olduğu için başka bir mekana bağlanmıyordu. Bu yüzden de herkes, onun içeride olduğundan emindi. Oda kapısı da özel olarak izole edildiği ve iki adet çelik levhadan yapıldığı için bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen içeriden çıt çıkmıyordu. Bu arada itfaiyeye haber verildi, altıncı katta bulunan odanın pencereleri altına brandalar gerildi ve televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçerek, adamın aşağı atlaması için duaya başladılar. Mühendis bey, on beş dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden habersiz görünüyordu. Kapı önündeki kalabalığın şaşkın bakışları arasında:
-Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum, diye gülümsedi. Dünya fâni olduğundan, bu iş ihmale gelmez.
George Herbert